Kazanabileceğin zaman dövüşeceksin. Bu, savaşın en yalın kuralı. Ne hamaseti kaldırır, ne kör inadı. Bugün İran’a bakınca, bu sözün neden bu kadar hayati olduğunu bir kez daha görüyoruz.
Devrimden sonra İran, hem Irak’la girdiği savaşta hem de Orta Doğu’ya yayılma çabasında, ideolojik inatla sürüklendiği savaşların hiçbirini kazanamadı. Kazanamayacağını bile bile savaşı sürdürdü.
Ama bu hikâye yeni değil. 1979 devriminden bu yana İran, düşmanı hep içeride ve dışarıda aradı. Devrim Muhafızları’nın kurulduğu gün, rejimin önceliği de belli olmuştu: Halkı değil, iktidarı korumak. Ve bu refleks, her savaşta önce kendi halkını ezdi.
Hatta 1980’de Irak, Saddam’ın emriyle İran’a saldırdığında, Tahran rejimi gelen barış tekliflerini geri çevirdi
Gözleri yalnızca zaferdeydi; halkın yaşadığı yoksulluk umurunda değildi. Bu tercih, iktidarın halkı değil, kendi bekasını öncelediğini açıkça ortaya koydu.
İran’ın ideolojik körlüğü sadece kendini değil, tüm bölgeyi zehirledi. İsrail’i daha saldırgan hale getirdi, onlara bahane sundu. Ortadoğu, iki kutuplu bir kör dövüşüne sahne oldu: Biri düşmanını diri tutarak iktidarını korudu, diğeri bu çatışmadan alan kazandı. Ve bölgenin istikrarsızlığı derinleşti.
3 Ocak 2020’de Kasım Süleymani, Bağdat’ta Amerika tarafından öldürüldü. Ardından İsrail defalarca vurdu. İran ise her seferinde içine kapandı. Rejim, bir an bile durup “Neden sürekli hedefteyiz?” diye sormadı. Çünkü cevabı biliyordu: O soru, yıllardır halktan gizlenen çürümeyi gün yüzüne çıkarırdı. Gerçekle yüzleşmek yerine, yalanlara sığındılar.
Yıllardır dillendirdikleri “intikam” naraları sonunda sahneye kondu. Ama nasıl? Etkisiz füze atışları, birkaç insansız hava aracı, iç kamuoyuna yönelik nutuklar… İran, bu saldırılarla daha çok kendi halkına seslendi. İsrail ise soğukkanlı ve ölümcül oldu. Böylece İran’ın bir askeri güç değil, bir propaganda rejimi olduğu daha da netleşti.
Ülke içinde ise manzara daha da karanlık. Halk büyük bir yoksulluk ve baskıyla boğuşuyor. Enflasyon kontrolden çıkmış durumda. 1979’da devrimi umutla bekleyen halk, şimdi ekmek kuyruğunda öfke biriktiriyor. Yaptırımlar altında ezilen insanlar, artık savaş değil, nefes almak istiyor. Ve herkes biliyor: “Kahrolsun İsrail” demekle İsrail kahrolmuyor.
Öte yandan emperyal Amerika’nın müdahaleciliği, bu coğrafyada her rejime bahane sundu. Pek çok iktidar, halka uyguladığı baskıyı Amerika ve İsrail’i göstererek meşrulaştırdı. Böylece baskıyla birlikte umutsuzluk da büyüdü.
Ama 2022’de Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle o çember kırıldı. Kadınlar sokağa indi; sadece bir kıyafeti değil, bir rejimi sorguladı. Kadınlar sustuğunda toplum da susuyordu ama bu kez öyle olmadı. Bu direniş, rejimin üzerinde kalıcı bir baskı yarattı.
Bugün İran gençliği artık mollalara inanmıyor. Umutlarını başka ülkelerde, başka geleceklerde arıyor. Bu rejim gençlerin gözünde çoktan meşruiyetini yitirdi. İçerideki bu çözülme öyle derin ki, İsrail’e karşı içeriden bile sessizlik var.
Bugün İran’da savaşı gerçekten destekleyen bir kitle kalmadı. Arap dünyası suskun, Batı mesafeli, müttefikler uzak. En önemlisi, İran halkı artık bu rejime inanmıyor.
Çünkü bu çağda silah değil, akıl kazanıyor. Strateji, soğukkanlılık ve diplomasi kazanıyor. İran ise hâlâ öfke ve hamasetle yönetiliyor. Bu yönetim tarzı, ülkenin çıkmazını her geçen gün daha da büyütüyor.
Ve sonuç ortada: Ne sahada başarı var, ne diplomaside kazanç, ne içeride umut.
Eğer dövüşeceksen, kazanabileceğin zaman dövüşeceksin. Yoksa bu iş, intihara dönüşür. İran, bu intiharı yıllardır parça parça yaşıyor.
Artık slogan değil, gelecek lazım.
Ve İran, her geçen gün o geleceği biraz daha kaybediyor.