30 Nisan 2025
Post-modern romanlarda sıklıkla kullanılan bilinç akışı tekniği aslında S. Freud’un psikanaliz kuramı ve serbest çağrışım metoduna dayanmaktadır.
Kişilerin duygu ve düşüncelerini, herhangi mantıki bir bağ ve gramer kuralı endişesi taşımaksızın, düzensiz bir şekilde ve çağrışım ilkesi paralelinde doğrudan doğruya okuyucuya aktarmak gayretini taşıyan bu tekniği en erken Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Olric ile söyleştiği bölümde görürüz.
Bir nesnenin, kokunun, melodinin, sözcüğün kime ne çağrıştırdığı o kişinin tanıklığıyla ilgilidir. Tanıklık derken gizli olanından bahsetmiyorum… Mesela haber sitemiz “HABERBANDI”ndaki bant sözcüğü size ne çağrıştırıyor?
Teoman’ın derdin dermanının yine derdin kendisi olduğunu Divan şiiri mazmunlarına girmeden “Hem yara bandım hem yaram” diye tarif ettiği Gönülçelen’deki “yara bandı” çağrışım yapsın çok isterdim ama bant denilince
6 Şubat depreminde enkaz altında yardım beklerken, yeri belli olsun diye konumunu göndermeye çalışan insanlara selaları okutulurken ulaştırma bakanlığının gördüğü lüzum üzerine daralttığı internet bandı çağrışım yapıyor bende.
Körfez Savaşı yıllarında çocukluğu Amerikan üstlerinin olduğu bölgelerde geçen şimdilerde kırklı yaşlarına merdiven dayayanlara aynı sözcük Saddam Bandıçağrışımını yapacaktır. Taşınırken eşyaları kolilemek için kullandığımız sesi kulaklarımızda… bildiğimiz koli bandının kimyasal silahın olumsuz etkilerini azaltacağı söylentisinin yayılması üzerine herkes evlerinde sığınağa çevirdiği odasının kapı ve pencerelerini bu bantla kapatmaya başladığı karartma gecelerinin yaşandığı yıllardı doksanlar…
Bant deyip geçmemek lazım bir yanda bantlanan gözler…ağızlar varken 3 harfli zincir marketlerin olmadığı zamanlarda kırtasiyelerden alınan ve TRT‘de Anadolu’dan Görünüm eşliğinde defter, kitap ciltlemek için de bant kullanırdık. Bitmeyen “bahar temizliği” haberleriyle ve o temizliğin üstü çıplan erkek cesetleriyle alakasını anlamadan.
Ve şimdi piyasalar etkilenmesin diye hafta sonu yapılan operasyonlara konu olan kamera kapatmaya yarayan siyah bantlar… ve yine çocuklar…7 dolar bayram harçlığı, kumbara, altın küpe, okul taksidi…ileçocuklara yaşatılan travmalar…
O zaman bir Anadolu kargışıyla bu çağrışımı bitirelim. “Zulmün Artsın… zulmün artsın ki tez zeval bulasın!”
20 Nisan 2025
Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanı Ömer karakteri üzerinden suçun her defasında şeytana atıldığı “kötülük” üzerine düşündüren 1940' ların siyasi havasını aktarması açısından da önemli bir eserdir.
Romandaki Ömer karakterinin Sabahattin Ali, Nihat’ın ise H. Nihal Atsız olduğu düşünülmektedir. Zira Nihat de Atsız gibi dergi çıkartmaya çalışan siyasetle ilgilenen bir gençtir.
Selim İleri, İçimizdeki Şeytan romanıyla ilgili "Tam tersine, hem Nihal Atsız'ın hem Sabahattin Ali'nin, gerçek yaşamda birer trajedi kişisi olduğuna inanıyorum. Dönemin müthiş baskısında, düşünsel inançları dolayısıyla handiyse cinnete sürüklenmiş kişiler... Üstelik yalnızca ikisi de değil!.. İçimizdeki Şeytan bu açıdan bir ibret kitabı gibi okunabilir. Karanlık siyasetin insanları birbirlerine nasıl kırdırtabileceğine işaret eden pek çok sayfası vardır."değerlendirmesini yapıyor.
Başlangıçta Ömer ile Nihat arkadaşken sonradan yolları ayrılmıştır. Bu ayrılık Ali ve Atsız arasında da yaşanmış hatta öyle bir hal almıştır ki her yıl Türkçülük Günü olarak kutlanan olayın gerçekleşmesine neden olmuştur.
Nihal Atsız dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu'na Orhun dergisinde birer ay arayla iki açık mektup kaleme alır. Başbakan'a şikâyet ve uyarıda bulunur. Şikâyetedilenlerin arasında Ahmed Cevad Emre, Sabahattin Ali, Sadrettin Celal Antel, Pertev Naili Boratav ve Hasan Âli Yücel de vardır. Açık mektuptaki hakaretamiz ifadeler nedeniyle Sabahattin Ali tarafından Atsız mahkemeye verilir. Atsız’ın 3 Mayıs 1944'teki yargılanmasınıprotesto etmek için toplanan ülkücü gençlerin mahkemeye giremeyince Ulus Meydanı’na doğru yaptığı yürüyüş her yıl Türkçülük Günü olarak kutlanmaktadır.
Protesto yürüyüşü... slogan.. açık mektup… mahkemebasma… Türkçülük… aynı paragrafta biraz garip durdu evet ama eskiden öyleymiş. Gençler başbakana açık mektup yazıp yanlış yapıyorsun, şunlar şunları görevden al diye yol bile gösterebiliyormuş.
“CHP’ye kayyım atanacak” tweetini atıp borsanın %3 değer kaybetmesine neden olan Rasim Ozan Kütahyalı için Devlet Bahçeli’nin kullandığı “ içimize kadar yuvalanmış şeytanlar” ifadesi okuyunca aklıma bu hadise geldi.
Bolu’daki eğlencesi sekteye uğramasın diye Ankara’ya götürülmeden SEGBİS üzerinden ifadesi alınan ROK,provokasyonunu gazetecilik şehveti ile açıklayarak pişman olduğunu söyleyince adli kontrol ile serbest bırakıldı. Tam bu sırada 8 yıldır tutuklu olan ÇHDonursal genel başkanı Somalı madencilerin avukatı Selçuk Kozağaçlı serbest bırakıldı, yüzündeki kocaman gülümsemesiyse yeterince pişman görünmediği için ertesi gün tekrar tutuklandı.
Kötülük, örgütlü güçlü kişiler tarafından yapılınca da kötülüktür. Aslında o kötü değil de etrafı kötü, bir nevi arkadaş kurbanı diyebilsinler diye şeytanı yakınında tutması da kötülüktür. Ömer bunu 1940’ta farketmiş ve şöyle demiştir:
“Halbuki ne şeytanı azizim ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.” Darısı bizim başımıza…
14 Nisan 2025
Eğitim bireyde istendik davranışlar geliştirmeyi amaçlayan olumlu bir süreçtir. Bu istendik davranışların evrensel ilkelere göre planlanması gerekirken devletler kendi makbul vatandaşını yetiştirmek için eğitimi bir araç olarak kullanmışlardır.
Pink Floyd’un “The Wall” isimli parçası bu durumun çok etkileyici bir eleştirisidir. Tolstoy’un Rus eğitim sistemine farklı bir bakış açısıyla geliştirdiği “YasnayaPolyana” modeli de böyle bir eleştirinin sonucudur. Bizim ülkemizde de eğitimde farklı modeller uygulanmıştır. Şüphesiz en ilericisi Can Yücel’in
“Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici
Hep hep acele işi
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” olarak tarif ettiği Hasan Ali Yücel dönemi icraatlarından Köy Enstitüsü Modeliydi ve her başarılı iş gibi cezasız bırakılmadı.
Hasan Ali Yücel bir eğitimciydi. Bunda şaşılacak ne var demeyin. Hekim olmayan bir sağlık bakanı hiç olmamışken eğitimci olmayan milli eğitim bakanlarına baktığımızda 63 bakandan sadece 11’i eğitimciydi ve bunun 6’sı Atatürk döneminde görev yaptı. (18 hukukçu, 3 asker, 3 doktor, 6 mühendis, 5 iktisatçı, 8 mülkiye, 8 akademisyen) AKP dönemi milli eğitim bakanlarına bakıldığımızda göreve getirilen 8 bakandan sadece Ziya Selçuk eğitimciydi.
Eğitimin bireyde istendik davranış geliştirme süreci olduğundan bahsetmiştik. Bizim ülkemizde eğitimbeyanları üzerine kindar ve dindar gençlik yetiştirmek üzere bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu amaçdoğrultusunda ÇEDES Projesi kapsamında cemaatlerekucak açan şimdiki Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin daha müsteşarken hayata geçirdiği uygulamalarla öğretmenlerin korkulu rüyası olmuştur.
Okul idaresi oluşturulurken objektif ölçütler yerine idarecinin istediği kişilerle çalışma ekibi oluşturmasına izin vermiş, o idareciler de öğretmenlere objektif olmayan puanlar vererek mobbinge maruz bırakmışlardır. Müsteşarken başladığı işi bakan olunca gerek yaptığı müfredat değişikliği gerekse proje okullarına öğretmen atamalarıyla tamamlama gayretinde olan çok çalışkan bir bakan kendileri.
Cumhuriyetin büyüttüğü kurum kültürü olan Türkiye’nin aydınlık yüzü olacak başarılı çocukların okullarındaki idarecileri değiştirerek başaramadığı okul iklimini bozma işini cemaat referanslı tebliğci öğretmen sayısını artırarak çözmeye çalışıyor şimdilerde.
Alanında yüksek lisans ya da doktora yapmış, başarı belgesi olan tecrübeli öğretmenleri norm fazlası yaparak bulundukları okullardan sürüyor yerlerine cemaat referanslı tebliğci Egitimbir-sen sendikanın mensup öğretmenlerden yeni bir kadro oluşturuyor.
Düşünsenize çocuğunuz % 1-5’lik dilime girmiş iyi bir liseye yerleşmiş sizden uzakta yatılı okulda okuyor. Bunun maliyeti, özlemi çocuğun geleceği için elbette katlanılır şeyler fakat o veliler artık nasıl rahat uyuyabilir?
Yusuf Tekin “Bu okullarda hep aynı öğretmenler mi çalışacak. Biraz da başkaları çalışsın?” demiş. Biraz da bizim çocuklar sallansın diyen salıncak sırası gözleyen anne hassasiyetiyle. Pek doğru söylemiş. Hatta bu zamana kurduğu en doğru cümle bu olmuş. Bu gençler de aynı şeyi söylüyor sayın bakan. 23 yıldır siz yönetiyorsunuz biraz da başkaları yönetsin. Madem sırayla. Öyleyse zambak zumbak arkana önüne iyi bak
06 Nisan 2025
“Bekle Bizi İstanbul” dizeleriyle tanıdığımız Vedat Türkali’nin “Yalancı Tanıklar Kahvesi” adlı romanı ülke 12 Eylül darbesine doğru giderken darbenin koşullarını hazırlayan sokak çatışmalarını, kişinin özel alanında olması gerekirken toplumsal bir güç haline gelen dini, Maraş ve Çorum katliamlarını anlatan bir dönem romanı olmanın yanı sıra bugüne dair de çok şey anlatıyor.
Kitabın ismi Anadolu’da bir kahveden geliyor. Adliyenin yakınında bulunan; boşanmalar, arazi ihtilafları, borç-alacak ilişkileri için yalancı şahide ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını karşılayan kahveler varmış. Yalancı şahide ihtiyacı olan biri girmiş kahveye. Adamın biri sokulmuş:
-Yardımcı olabilir miyim, nedir sorun?
+Bir alacak davası.
-O namussuz herif, paranızı vermedi hâlâ değil mi?
+Ben borçluyum arkadaş. Parayı benden istiyorlar.
Yalancı şahit kükremiş:
-Kaç kez vereceksiniz beyefendiciğim, kaç kez vereceksiniz?
Fıkra ve kitap görseli yüzümüzü gülümsetse de bugünle kıyaslayacak olursak canımız sıkılacak. Çünkü bugünlerde böyle bir kahveye de işkoluna da gerek yok.
Hatta bugünün “görev adamlarının” önlerinde engel olarak gördükleri “azgın azınlık”ları ortadan kaldırmak için Beyaz Toroslarla kısa bir gezinti, uzun işkenceler, suçu kabul ettirme, kabul ettiremeyince öldürme, gömme, gömmeme… gibi kendilerini de yoran insanlıktan çıkartan, kabuslar gördüren güçlükleri yaşamıyor.
Bugünün iktidarı eski yol arkadaşlarından öğrendikleri “gizli tanık”lıkla itibardan yapmadıkları tasarrufu zamandan, mekândan, mengeneden, elektrikten, sudan yaparak korkunç bir yargılama(!)ya başladılar. Artık “Sen bunu yaptın mı?” diye bile sorulmuyor. Sen bunu yapmışsın çünkü gizli tanık bunu duymuş deniyor… İşte bu ahval ve şeraitte kitaba dönecek olursak
“Dine karşı din! İslam’ın özünde var. Kureyş’in azgın, soyguncu varsıl egemenlerine karşı kölelerle, yoksullarla kurulmuş İslamiyet.” “Dinsel felsefe tartışmalarına kalkışmayın halkla… Allahlı Allahsız, soygunun değişmediğini gösterin!” diyen kundaklanan Fide Kitapevinin sahibi Nedim hocanın umudu sanki Vedat Türkali
O zaman başladığımız gibi yine Vedat Türkali’nin dizeleriyle tamamlayalım yazıyı. İflah olmaz umudumuzla
“Sen bize layıksın, biz de sana İSTANBUL”
03 Nisan 2025
Duvar örmek, kişinin sosyal ilişkilerde kendisini korumak amacıyla potansiyel zarar verici durumlardan kaçınmak için oluşturduğu görünmez bariyer olarak tarif edilir. Zarar verici durumlardan kaçınarak kurtulmak mümkün değilse savunma amaçlı fiili duvarların örüldüğü de zaman zaman tarihte görülmüştür.
Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya'ya kaçmalarını önlemek için 1961’de Berlin'de yapımına başlanan 1989’da da yıkılan 46 km uzunluğundaki Berlin Duvarı gibi… Türk ve Moğol akınlarını durdurmak için inşa edilen Çin Seddi gibi… Trump’ınMeksika sınırına yapmayı düşündüğü şimdilik 930 km uzunluğundaki bariyerleri Çin Seddi’ne benzetme hayali gibi…
Müslümanların Burak Duvarı, Yahudilerin Batı Duvarı dedikleri Kudüs'ün yakılıp yıkılışını, esir olarak Romalılar tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak, hâtıralarını tazeleyip kinlerini bilemek, Yahudi hâkimiyetini kurmak hayali içinde dua ve gözyaşı ile yaslarını sürdürdükleri Ağlama Duvarı gibi…
Julia Bacha’nın yönetmenliğini yaptığı 2009 yapım “Budrus” belgeseli, Filistin’deki Budrus köylülerinin topraklarını ve geçim kaynakları olan zeytin ağaçlarını korumak için başlattıkları sivil itaatsizlik eylemlerini konu alıyor.
Budrus Duvarı’nın görseli yok çünkü yok! Çünkübarışçıl ve sürekli eylemlilik İsrail’e geri adım attırdı.
Gelelim ülkemizdeki duvarlara… Suriye sınırındakimayınlı bölgeyi tarıma kazandıracağız diyerek temizleyen 10 milyonluk Suriyeli yükünü tuttuktan sonra onların Avrupa’ya kaçmalarını önlemek için Edirne’ye örülen ve bir müjde olarak duyurulan Edirne duvarı…
Bu duvar keşke 1948 yılında yapılsaydı. O zaman işkencenin Türk topraklarında yapılıp cinayetin sınır dışında işlenmesi bu kadar kolay olmazdı. Bence bu duvarın adı geç gelen Sabahattin Ali Duvarı olmalı…
Ve evet Budrus köylüleri İsrail’e geri adım attırdıysa We are clean! diyen gençlere kulak vermemiz lazım
29 Mart 2025
2023 yılında Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan “Bir Düşüşün Anatomisi” filmi; hayatını kaybeden bir baba, cinayetle suçlanan bir anne ve olayın tek tanığı görme engelli çocukları ekseninde gelişen bir aile draması gibi görünse de aslında bir yargı filmi.
Film boyunca babanın ölümü için intihar mı yoksa cinayet mi ikileminde kaldığımız, belirsizliğin hüküm sürdüğü bir atmosfer var ve olayın seyrini görme engelli çocukları değiştiriyor.
İzlerken Attila İlhan’ın “Cinayeti kör bir balıkçı gördü…” dizelerini hatırladığım bu filmde, bir yandan merak diğer yandan yaşama devam etme güdüsüyle sorunu erteleme duygusu ağır basıyor.
Ertelenen, görmezden gelinen bütün sorunlar çözülmez bir yumak halinde karşımızda. Şimdi hepimizin bir film gibi (hala karartılmayan yayın organlarından) takip edebildiği protesto gösterileri bana bu filmi hatırlattı. Muhalefetin yapamadığını iktidar kendi kendine mi yaptı yoksa bu düşüşün nedeni “ülkenin sorunlarına körsayılan gen z” mi?
Dışarda siyasi parti başkanı kaldı mı? "Şu mektepler olmasaydı, maarifi ne güzel idare ederdim" diyen maarif nazırı edasıyla hareket eden iktidar; Selahattin Demirtaş’ı 2016’dan, Ümit Özdağ 21 Ocak’tan, Ekrem İmamoğlu 23 Mart’tan bu yana rehin tutuyor. Diyelim ki siyasetin fıtratında hapis yatmak var ve hapse girmek siyasi kariyer için gerekli. Peki, tutuklanan onca çocuk ve genç 9 günlük bayram tatilinde ne yapacak?
Sahi en son Yaren leylek ve polisten kaçan Pikachu dışında tebessüm ettiğiniz bir şey oldu mu?
01 Mart 2025
kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım
geceden…
Behçet Aysan, şair, hekim, insan hakları savunucusu... 1949´da doğdu, 2 Temmuz 1993´de Sivas´ta yobazlar tarafından ateşe verilen MADIMAK otelinde insanları kurtarmaya çalışırken onlarla birlikte yaşamını kaybetti.
aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki gidip
yağmurlara durayım.
söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım
Madımak Katliamı davasında idam cezası alan ve sonrasında cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilen 23 kişiden 17'si tahliye edildi.
belki sararmış
eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde.
bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.
Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok merdivende oturuyorlar. Behçet Aysan’ın elinde yangın söndürme tüpü… Metin Altıok’un elinde fırça… Metin Altıok 1941 Bergama doğumlu şair ve hatta ressam elindeki fırça yeter miydi sağ kalsa katliamı anlatmaya…
Elbet bir gün ölürüm.
Ömrüm, ömrüm
Ve yanan mum
Kara bir fitil bırakan ardında
Ne kadar benziyor birbirine.
Ben derim ki;
Geçip gider zaman.
Geri alınmaz bazı şeyler.
Ömrüm, ömrüm
Ve yanan mum biter.
Soğur cehennem bile!
18 Aralık 2024
Rivayet odur ki kuşların hükümdarı olan ve küllerinden yeniden ve yeniden doğan Simurg, bilgi ağacının dallarında yaşarmış. İşleri ters giden kuşlar, hükümdarlarından yardım istemeye karar vermişler. Oraya varmak için hepsi birbirinden çetin yedi vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar hep birlikte uçmaya başlamış ancak bu zorlu yolculuğu sadece 30 kuş tamamlayabilmiş. Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça “si”, “otuz” demektir, “murg” ise “kuş”. Otuz kuş aslında Simurg’muş. 30 kuş, anlamış ki aslında aradıkları sultan kendileriymiş. Gerçek yolculuk, sadece kendi içine yapılan yolculukmuş…
Bir yılı daha geride bırakmaya hazırlandığımız şu günlerde içimizi yoklamaya kalksak… Nasıl bir yıl geçirdik? Bizi neler bekliyor? Bu yılı da arar mıyız? Kaygılarına hiç bulaşmadan bir belgesel linki bırakıyorum. SİMURG Belgeseli. https://www.dailymotion.com/video/x23j9fp
19 Aralık 2000 tarihinde ‘Hayata Dönüş’ adı altında yapılan ve hayattan kopartılan 30 mahkûmun gerçek hikâyesini anlatıyor. “Ölümler ölümlere ulanmakta ustadır.” Amenna ama aralık ayı da ayların Azrailisanki. Zira bu ayda hangi güne baksak bir katliam var.19 Aralık Hayata Dönememe, 19-26 Aralık 1978’deMaraş Katliamı, 28 Aralık 2011 Roboski Katliamı…
Yeni yıla yeni hedefler, yepyeni başlangıçlar yapmak varken, herkeste temiz bir sayfa açma isteği Colanikadar olmasa da var sanırım. Öyle ya sakalını kesen HTŞ lideri Colani adını da değiştirip başı için konulan 10 milyon dolar ödülün geri çekilmesini talep etti bu ay. Dünyaya bir devrimci gibi pazarlanmaya çalışılan Colani, İsrail marka gömleğiyle ‘Unutulma hakkını’ndan habersiz ‘Ben değiştim yeni bir başlangıç yapıyorum bakın. Elbirliğiyle beni de aklayın’ Hazır 12 yıllık bir sapmayla öngörülü yöneticilerimiz de haklı çıkmışken küçük ortak Colani’ye de yasal haklarından bahsetse… ona da bir yol gösterse hiç fena olmaz.
Yeni yıl yeni umutlar…
20 Kasım 2024
" İki kapılı bir handa yürüyorum gündüz gece" diyen Aşık Veysel ne güzel anlatmış aslında doğumun da ölümün de bir yolculuk olduğunu…
"Her nefes ölümü tadacak" ile öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insan... ne büyük travma ve kabulleniş öyle değil mi?
Ölüm haberlerine verdiğimiz tepkilere bakarsak bu teslimiyeti daha iyi görebiliriz. Tabi bu tepkiler ölen kişinin yaşına, medeni durumuna, geride bıraktığı cocuk sayısına ve çocukların yaşlarına bağlı olarak degişebiliyor. Yaşlıysa bu dünyada görecegini görmüş, torun sevmiş, zaten hastaymış bundan sonra yattığı yerde dinlenirmiş...tarzında teselli cümleleri duyarız. Vefat eden gençse hele bir de bekarsa " tüh tüh çok da gençmiş daha bir gün görmemiş...toprak sevinsin artık...", evliyse ve geride çocukları kaldıysa o çocukların akıbeti ve öksüz/ yetim büyümenin zorlukları üzerine yakınmalardan sonra topraktan geldik toprağa gidecegiz ferasetiyle... isyan etmemek gerekliligi üzerine nasihatle taziye verilir. Bunlar bizden olan normal ölümler tabi…
Ölen kişi mülteciyse oh neyseki Türk değilmiş, terörist ise zaten işidliymiş ... pkklıymış... gebersin zaten katilmiş... sapıkmış ölümü coktan haketmiş...
Ölüm bir yerde de temizlenme..Tam yeri aslında José Saramago 'nun "Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş"ndan bahsetmek ama gündem edebiyattan bahsedilecek bir gündem degil malesef...Nerde kalmıştık?... Bizden olmayan ölümlerde... zaten Kürtmüş..aleviymiş...zaten trans bireymiş kötü yoldaymış.. zaten madde bagımlısıymış, ailesine dert oluyormuş ...iyi olmuş ölmüş...
Buraya kadar tanıdık cümleler değil mi ama bundan sonrası benim de 1 aydır yazmama engel olan kötü ruh halinin sebebi Yenidoğan Çetesi icraatları... Bu bebekler hangi kimlikteydiler ki böyle sessiz sedasız,sahipsiz gömülüp gittiler? Biz bu ölümleri nasıl bu kadar rahat kabullendik? Komisyon için ölmek bebekligin fıtratında mı vardı? Gün gün hafta hafta içinde büyüttüğü bebegini ne için kaybetmişti anneler?
Mütebessim sağlık bakanımız Yenidoğan Çetesi için yaptıklarını anlattığı bütçe görüşmesinde operasyonun adının "Çürük elma" olarak degiştirilmesi gerekliliğinden bahsetti. O zaman yeni doğan bebek katillerine çürük elma deyip "amaaann her meslekte var böyle çürük elmalar" ile normalleştik bebek katilerini? Yoksa çoktan normalleşti mi?
O zaman utanamayan sağlık bakanımız yeni bir isimlendirme ile sağlıkta çığır aşan reformlarını tamamlasın ve "İlaçları çocukların ulaşamayacağı yerde saklayın uyarısını "çocukları insanların ulaşamayacağı yerde saklayın" olarak degistirsin ki üzerinde hiçbir suç kalmasın akça pakça mutlu mesut poz vermeye devam etsin.
08 Ekim 2024
MEB Taşıma Yoluyla Eğitime Erişim Yönetmeliği’nde ‘tasarruf tedbirleri’ gereği bazı değişikliklere giderek ikili eğitim veren okullarda, köylerden taşımalı eğitimle gelen öğrencilerin yemek haklarını ellerinden aldı.
Hâlbuki iktidara geldiklerinde köy çocuklarını, koşulları daha iyi olan ilçe merkezlerindeki okullara ücretsiz götürüp getirmeyi ve öğlen yemeklerini vermeyivadederek köylerindeki okullarını kapatmışlardı. Şimdi ise 30 km’den uzun mesafeler için maliyet nedeniyle taşıma yapamayacaklarını söyleyerek “olmayan yatılı pansiyonları” işaret ediyorlar. Tabi kastedilen yatılı pansiyonlar Aladağ’daki tarikat yurdu tazında yerlerse evet onlar var…
İktidara geldikleri günden bu yana köy okullarının 2/3’ünü öğrenci mevcudu az diye kapatıp taşımalı eğitimi normalleştiren, yoksul ailelerin çocuklarını tarikat yurtlarına mecbur bırakan mevcut iktidar şimdi de neden olduğu ekonomik krizin faturasını çocuklaraödetiyor.
Okullar açılalı 1 ay olmasına rağmen hala taşımalı eğitim için servis ihaleleri yapılmamış, bu öğrenciler ihale sonuçlarını bekleyedursun gitmek istedikleri okulların da hali içler acısı. Zira Toplum Yararına Program (TYP) protokolleri tasarruf tedbirlerine takılınca bu kapsamda okulların temizlik işlerini görenler ayda sadece 12 gün çalıştırılmak şartıyla, günlük 500 TL cep harçlığı ile (ayda 6 bin TL) ücretle okul temizlemek istemeyince sınıflar tuvaletler pislik içinde kaldı… Veliler, öğretmenler, öğrenciler eğitim yerine hasta olmamak için temizlik derdine düştü…
Bu sorunlar okula ulaşabilenlerin sorunu… bir de haftada sadece 1 gün okula gidilen MESEM’ler var tabi. Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) adı altındaçocukların yaşıtlarından kopartılıp ucuz işgücü olarak patronların insafına bırakıldığı OSB’deki yerler.4+4+4’ün son 4 yılı devlet eliyle iç edilmiş, öğrenciler son 2 yıl okula sadece haftada 1 gün gidebilecek kadar sosyal çevrelerinden kopartılmış durumda.
Gençlerin eğitim sürecinden kopması İnceller gibi kapalı grupların içine girmesine sebep olmuyor mu? Yarım saat arayla 2 genç kızı hayattan kopartan Sur canisi Semih Çelik’in pandemiyle birlikte eve ve içine kapandığını, örgün eğitimin dışına çıkarak açıktan okuduğunun altını çizelim. Okullar sadece öğretim yapılan yerler değil, aynı zamanda çocuğun yaşıtlarıyla sosyalleşebildiği, ruhsal gelişimi için de gerekli mekânlardır.
4+4’ten sonra okulla hiçbir bağı kalmamış 1.3 milyon kayıp öğrencimiz var ki bunlar açık öğretim dâhil hiçbir yerde kayıtlı değiller. Peki bu çocuklar nerede?
26 Eylül 2024
LİZBON MALATYA ARASI 270 YIL MI?
1 Kasım 1755 tarihinde Portekiz’de 9.0 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiş, deprem bölgede özellikle Lizbon’da çok ciddi bir yıkıma yol açmıştır. Depremi tsunamiler ve yangınlar izlemiş, sadece Lizbon’da değil çevre şehirlerde 100 bin insanın yaşamını yitirdiği belirtilmiştir.
6 Şubat 2023 tarihinde merkez üssü Kahramanmaraşolan ve 9 saat arayla gerçekleşen 7.8 ve 7.5 şiddetindeki depremlerde Hatay, Adıyaman, Maraş ve Malatya çok büyük bir yıkıma uğramıştır. Resmi rakamlara göre 53 bin, Murat Kurum’un ağzından kaçan ifadeyle 130 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Kayıplar, karışan cenazeler, ölüleri toplu bir şekilde ve battaniyelerle değil de ayrı ayrı ve kefenleyerek gömmesiyle övünen belediye başkanları... Korku filmini andıran terkedilmiş karanlık mahalleler, penceresi kapısı yağmalanmış yıkılmayı bekleyen evler, göçler ve konteyner kentler…
Lizbon depreminde şehri yeniden kurma ve düzeni bir an önce yeniden sağlamak görevi dönemin Dışişleri Bakanı Marquês de Pombal’a verilmiştir. Marquês de Pombal, coğrafi konumları gereği benzer bir trajedinin tekrarlanacağından endişe ederek, binaların deprem önleyici bir sisteme sahip olmasını istemiş. Geleneksel yöntemlerden esinlenerek yeni bir inşaat tekniği olan iç ahşap kafesle güçlendirilmiş bir yığma yapı olan GaiolaPombalina geliştirilmiş daha sonra bu yapı tipisistematik olarak kullanılmaya başlanmıştır.
3.5 yıl gibi kısa bir sürede şehri yeniden mamur hale getiren Marques de Pombal’in heykeli teşekkür olarak Lizbon şehir meydanına yapılmıştır.
Bu da Malatya merkezdeki Kapalı Çarşı karşısındanyıkılmayı bekleyen bir binanın fotoğrafı… Depremin üzerinden 1.5 yılı aşkın süre geçmesine rağmen Yıkıntılar İçindeyiz ve hiç umudumuz yok çünkü
Yıkılan şehirleri yeniden kurma görevi İstanbul halkınınbelediye başkanı olarak seçmediği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği eski bakanı, imar affı ve İliç Faciası mimarı, Murat Kurum’a verildi.
İki büyük deprem arasında 270 yıl ve onca teknolojik gelişme varken nasıl oluyor da hala yıkılmamış binalar kent merkezinde olabiliyor? Bu binalar ne zaman yıkılacak da yenileri yapılacak?
05 Eylül 2024
Goya, kilisenin duvarlarını resimleriyle süsleyen,papazların portresini çizen, “sarayın ressamı” olarak tanınmış İspanyol bir ressam, ömrünün son demlerinde bir lanet gibi sağır oluyor... Onun hayatını ve engizisyon yargılamalarını merak edenlere “Goya’nın Hayaletleri”filmini tavsiye ederim.
Çağımızın en büyük savaş karşıtı tablosu olarak bilinen Guernica’nın ressamı Picasso da İspanyol ama eseri görüp "Bu tabloyu siz mi yaptınız?" diyen Alman generale "Hayır siz yaptınız" cevabını verebilen bir ressam.
La Casa De Papel’in ikonik maskesinde temsil edilen Dali de İspanyol. Üstelik herkesin yasaklı olduğu dönemde üretmeye devam edebilmiş bunu da sanatsever diktatör Franco’ya sırtını dayayarak başarmış bir ressam.
Lorca, eğer Dali arkadaşlığını kesmeseydi Franko'nun gadrine uğramayıp yaşamaya devam edebilecekken 38 yaşında katledilen İspanyol ressam, şair, piyanist… 1937’de Pablo Neruda, Lorca için “Birileri yılmadan, ülkenin her köşesini adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için inceden inceye araştırsaydı, İspanya’nın özünü, tez canlılığını ve derinliğini temsil eden Lorca’dan başkasını bulamayacaktı.”https://www.youtube.com/watch?v=srhkpdiXxdg
İspanyol sanatçılardan ve eserlerinden bu kadar bahsetmişken İspanya’yı 36 yıl boyunca diktatörlükle yöneten Franko’dan ve eserlerinden bahsetmemek olmaz. Diktatörlerin sanatsever olmasını neyle açıklamak gerekiyor? Hitler ressam olmak istemiş mesela... Kenan Evren de… Franko da resme meraklı ama biat edenlerle yoluna devam etmiş. Hepsinin ortak yanı travmatik çocukluklarının olması. O halde diktatörler aslında öfkelerini bütün insanlıktan çıkaran yaralı çocuklar mıdır? Sevilmeyen çocuk ısınmak için köyü mü yakıyor gerçekten? Travmatik yaşantı zulmü meşrulaştırır mı? Onları da anlamaya çalışmak gerekir mi? Bu sorularla Dali'nin müzesini gezerken Ara Güler 'in müzeye hediye ettiği boya sandığını gördüm.
LORKA'NIN KAŞIĞI, FRANKO'NUN DUVARI, ARA’NIN SANDIĞI
Bir boyayla resim de yapılabilir, ayakkabı da boyanabilir. Her ikisi de bir eksikliği kapatmak için mivar, demek istemiş Ara Güler ya da sanatkâr ile zanaatkâr arasındaki farkı mı göstermek istemiş? Yoksa sadece orijinal bir hediye mi müze için?
Dali de üzülmüş, pişman olmuş mudur? Özel eserlerini sergilediği salonda Lorca'nın telaffuzundan çok hoşlandığı “kaşık”ı koyması bir pişmanlık göstergesi midir? Neden aklıma Celile Hanım geliyor? En iyisi bir film önerisiyle bu iç yazısını tamamlamak. “Küçük Küller” https://www.imdb.com/title/tt1104083/
06 Ağustos 2024
Tıpkı insan gibi mekânların da dili, kimliği, belleği vardır. Dilbilimin alt dalı olan Ad bilimi (Onomastik) araştırmaları toplumun hafızasını yansıtan, kültür hazinesinin geçmişten geleceğe aktarılmasına katkıda bulunan önemli bir çalışma alanıdır. Yer adları bilimi olarak tarif edilen Toponim ise Ad biliminin alt dallarındandır ve tarih, coğrafya, sosyoloji gibi birçok disiplinin ortak çalışma konusudur.
“İsmini kaybeden cisim, özünü de kaybeder.” diyerek toponiminin önemini vurgulayan Platon, toponimi ilmine önem veren ilk şahsiyettir. Platon, cismin özü derken, cismin taşıdığı ilk anlamı, cismin ilk şeklini ifade etmektedir. Verilen bu isimler mutlak manada bir edebi vesika veya tarihî kaynak niteliğindedir. (Yavuz ve Şenel, 2013). Bu edebi ve tarihi kaynakların yasal düzenlemelerle tahrip edilerek geçmişle bağının kopartılması, George Orwell’ın distopik romanı 1984’ün başkahramanı Winston’un, “Doğruluk Bakanlağı”ndaki görevini yani geçmişteki yazılı haber ve belgeleri “yenisöylem”le değiştirme işini hatırlatıyor.
İçişleri Bakanlığı'nın 1967 yılında 7267 sayılı kanunla " yabancı kökten geldiği ve iltibasa yol açtığı" gerekçesi ile 12.200 köyün adını değiştirmesi ve bu değiştirme komisyonunda tarihçilerin, Türkologların ve bölgenin tarih ve ağız özelliklerini bilen kişilerin olmaması, zaten yeni başlamış toponimik çalışmalara ve tasnif denemelerine olumsuz etki yapmıştır. Özellikle yer adlarının bilinçsizce değiştirilmesi bu konuda ciddi problemler doğurmuştur. ( Doğru, 1978)
Hal böyleyken geçtiğimiz hafta Diyarbakır’daki Kürtçe trafik uyarı yazıları boyanarak kapatıldı. Kürtçe “Peşi Peya” dan rahatsız olan Türk milliyetçilerinin birçok devlet kurumundaki Arapça levhalar için aynı refleksi göstermemelerini neyle açıklamak gerekir?
Suriye’de Suriyelilerin doğum oranı 2.7iken Türkiye’de ise 5.3 seviyesini aşmış durumda. Türk milliyetçileri ne yapıyor diye baktığımızda Mersin’de bir düğünde Kürtçe müzik eşliğinde halay çekip slogan atan gençleri ekip otosuna bindirip “Ölürüm Türkiyem”i dinletiyor ya da Diyarbakır’da belediye tarafından yazılan Türkçe-Kürtçe trafik uyarılarının Kürtçe kısmını boyayıp “Türkiye Türktür Türk Kalacak” sloganıyla kapatıyor
Türk milliyetçilerinin, Türkiye’nin asli unsuru olan Kürtleri artık “makbul vatandaş” olarak görüp, enerjilerini ve boyalarını Arapça tabelalar için harcamaları gerekiyor. Zira Mustafa Kemal’in “Misakı Milli sınırları içinde vatan bir bütündür bölünemez!” dediği sınırları belirlerken tarif ettiği unsurların içinde Türk ve Kürt öğeler vardır.
KAYNAKÇA
1. Yavuz, Serdar ve Şenel, Mustafa (2013). “Yer Adları (Toponim) Terimleri Sözlüğü”. Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 8(8): 2239-2254.
2.Mecit Doğru, “Köy Adları Anadolu’nun Geçmişi”, Türk Folklor Araştırmaları, Ocak 1978, s. 8197.