12 Haziran 2025
İnsan zihni, çok garip bir labirenttir. Bazen kendini bir köşeye sıkışmış bulur; o köşe, tamamlanmamış hikâyelerin çağrışım yaptığı bir odadır. Psikolojide buna Zeigarnik etkisi denir. Yani, yarım kalan işler zihnimizde daha fazla yer kaplar. Peki ya işler değil de hisler yarım kalırsa? İşte bence asıl mesele burada başlar; çünkü insan ruhu, tamamlanmamış hislerin yankısında kendini kaybeder.
Bir aşk düşünün. Tam filizlenmişken, bir rüzgâr dalını kırar. Söylenmemiş sözler, gidilmemiş yollar, tutulmamış eller… İşte o eksiklik, zihninize kazınır. Çünkü kalp, “yarım” kavramını bir türlü kabullenemez. O eksik hikâye, bir ömür boyu zihinde bir uğultu gibi dolaşır. Tamamlanmamış bir hikâye, belirsizliğiyle insanı hem büyüler hem de tüketir. Çünkü neyin kaybedildiği asla tam anlamıyla bilinemez; bu belirsizlik, eksik hikâyenin bir girdap gibi dönüp durmasını sağlar.
Zeigarnik etkisi burada devreye girer. Zihin, eksik kalan bir hikâyeyi tamamlamak ister. Sürekli o anı yeniden yaşar; ne söylenebilirdi, ne yapılabilirdi, hangi farklı yola sapılabilirdi? Ancak bu çaba boşunadır. Yarım kalan bir hikâye, tamamlanmayı reddeden bir bilmece gibidir. Zihin bununla meşgul olurken, hayatın geri kalanı bir sis perdesine bürünür. Ve belki de bu yüzden, unutulmayan aşklar hep eksik kalanlardır.
Ancak işin ironik bir tarafı var: Yarım kalanın güzelliği de burada saklıdır. Tamamlanmış hikâyeler biter. Ama yarım kalanlar hep yaşar. Zihnimizin bir köşesinde, içimizi hafif bir sızıyla doldurur. O hikâyelerle büyürüz, olgunlaşırız. Belki de o eksiklik, bizi biz yapan bir parçadır. Tamamlanmamışlık, insan olmanın bir yan etkisidir belki de.
Hayat bize çoğu zaman tamamlanmamış hikâyeler bırakır. Ve belki de sır, her hikâyeyi tamamlamak zorunda olmadığımızı kabullenmekte saklıdır. Bırakalım bazı cümleler yarım kalsın. Bazen en derine işleyen melodiler, hiç çalınmamış notaların sessizliğinde gizlidir.
25 Mayıs 2025
Bazı filmler vardır, izlersiniz ve bir süre boyunca aklınızdan çıkaramazsınız. Ama Maria, izlerken sizi etkiliyor gibi görünse de, sonunda “Bu muydu?” dedirten bir yapım. Pablo Larraín’in ustalıkla çektiği film, Maria Callas’ın o büyülü ama aynı zamanda trajik hayatına ışık tutuyor. Yine de, bu ışık o kadar loş ki, Callas’ın o büyük hayatının sadece gölgelerini görebiliyorsunuz.
Callas gibi bir efsaneyi anlatmak elbette kolay değil, farkındayım. Ama bu filmde sanki yönetmen, Callas’ı sadece acıyla özdeşleştirmeye karar vermiş. Evet, hayatının son dönemlerinde büyük yalnızlık çekti, ama Callas bundan çok daha fazlasıydı. Bir sahnede “Jackie, Onassis’in karısıydı ama Maria onun her şeyiydi” denildiğini duysanız, bu aşk hikâyesinin filmin kalbinde olduğunu sanabilirsiniz. Ama hayır, bu hikâye neredeyse dipnot olarak geçiyor. Oysa ki bu büyük tutku, filmin her köşesinde hissedilmeliydi.
Maria Callas ile Aristotle Onassis’in ilişkisi, her zaman hem büyüleyici hem de karmaşık bulunmuştur. Filmin bu ilişkiye daha fazla odaklanmasını beklerdim, ama Larraín başka bir yola gitmeyi seçmiş. Callas’ın yalnızlığı ve çöküşü merkeze alınmış, Onassis ise hikâyede daha geri planda kalıyor. Büyüleyici olan şu ki, Onassis’i oynayan Haluk Bilginer bu kısacık sürede bile derin bir iz bırakıyor. Onassis’in çelişkili doğasını, hem Maria’yı sahiplenmeye çalışmasını hem de onun sanatını anlamaktaki eksikliğini o kadar iyi yansıtmış ki, rolü daha uzun olsaydı film çok daha güçlü olabilirdi.
Bilginer’i izlerken, “Keşke bu hikâye daha çok Onassis ve Callas’ın aşkı üzerinden anlatılsaydı” dedim. Çünkü bu iki karakterin birbirlerine olan bağı, Callas’ın yalnızlığını anlamamıza da yardımcı olabilirdi. Onassis’in Maria’ya duyduğu tutku ve Maria’nın operaya olan tutkusu, hikâyeyi çok daha derin bir noktaya taşıyabilirdi.
Filmde, müziklerin büyüsü ve operanın görkemi hissediliyor ama Callas’ın bu sanata olan aşkı tam olarak anlatılmıyor. Opera, onun için bir tutku, bir kaçış, bir yaşam biçimiydi. Ama film, bu tutkuyu sadece bir arka plan müziği gibi kullanmayı tercih etmiş. Oysaki aşk ve tutku, hayatımızda derin izler bırakır. Bazen bizi yükselten, bazen de çökerten bu duygular, kim olduğumuzu ve kim olmak istediğimizi şekillendirir. Maria Callas için opera, hayatının merkeziydi; bir sahneye adım attığında dünyaya meydan okuyordu. Aristotle Onassis için ise Maria, ruhunu titreten bir aşkın simgesiydi. Ama ikisinin de tutkuları onları mutlu etmeye yetmedi.
Hayatta kimi zaman, sahip olduğumuz en büyük tutkular aynı zamanda en büyük sınavlarımız haline gelir. İnsanlar, tutkularıyla ne kadar derin bağlar kurarsa, o kadar savunmasız olur. Ve işte tam da bu noktada, bu film Callas’ın yaşadığı o çelişkiyi anlatabilmiş olsaydı, etkisi çok daha güçlü olurdu.
Sonuç olarak, Maria, Callas’ın büyüklüğünü tam anlamıyla yansıtamayan, ama yer yer büyüleyici detaylar sunan bir yapım. Büyük bir hayat, daha büyük bir hikâye ile anlatılmayı bekliyor. Ama yine de, filmi izlerken şu soruyu bir kez daha düşünüyorsunuz: Hayatımızda tutkularımız ve aşklarımız bizi özgürleştiriyor mu, yoksa onlara sahip olma çabamız bizi esir mi ediyor?
09 Mayıs 2025
Bir tablonun karşısında duruyorsunuz. Renkler, fırça darbeleri, kompozisyon… Sanki hepsi size bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama kelimelerle değil; duygularla, hatıralarla, iç seslerle. Birden başınız dönüyor, nefesiniz sıkışıyor, kalbiniz hızlanıyor. Gözlerinizi kapatmak isteseniz bile, o anın büyüsünden kaçamıyorsunuz. İşte, Stendhal sendromunun tam ortasındasınız.
Adını 19. yüzyılda Floransa’da sanat eserleri karşısında büyülenen Fransız yazar Stendhal’den alan bu “sanat çarpması,” bazılarımıza fazla romantik, hatta uzak bir durum gibi görünebilir. Çünkü itiraf edelim, biz modern insanlar olarak, gündelik hayatın koşuşturmacasında sanatın dokunuşunu hissetmeye pek vakit bulamıyoruz. Halbuki Stendhal sendromu, sadece sanatın gücünü değil, aynı zamanda ona ne kadar yabancılaştığımızı da yüzümüze vuruyor.
Bugün sanat galerileri, müzeler ve tarihî mekanlar sessizce bizleri beklerken, biz elimizdeki ekranlardan başka yöne bakmıyoruz. Algılarımız, sosyal medyanın bitmek bilmeyen akışına, popüler kültürün yüzeysel tüketimine hapsolmuş durumda. Teknolojinin sağladığı kolaylıklar inkâr edilemez elbette, ama bir Rembrandt portresine ya da Michelangelo heykeline bakarken hissettiğimiz o derin, iliklere işleyen duyguyu bir ekrandan deneyimlemek mümkün mü?
Sanat, sadece görmekle ilgili değil; hissetmek, anlamak ve bazen de kaybolmakla ilgili. Bir Van Gogh tablosundaki çırpınan yıldızlar, Da Vinci’nin gizemli bir portresi ya da bir Mozart senfonisinin duygu dalgaları… Hepsi, bizi anlık ama ölümsüz bir gerçeklikle buluşturur. Ancak bu duyguyu yaşayabilmek için, önce kalbimizi ve zamanımızı açmamız gerekiyor.
Sorun belki de tam burada: Hayatlarımızda sanata yer bırakmıyoruz. Ona sadece bir “hobinin” ya da “lüksün” ötesinde bakabilsek, günlük hayatımızın içinde de bu büyüyü bulabiliriz. Çünkü sanat, sadece müzelerde ya da galerilerde değil; bir parkta, bir melodide, bir sokak ressamının köşeye çizdiği grafitide de karşımıza çıkar. Tek yapmamız gereken, durmak ve gerçekten bakmak.
Kim bilir, belki bir gün siz de bir sanat eserinin önünde dururken Stendhal sendromunun tatlı, baş döndüren etkisini hissedersiniz. O an geldiğinde sakın kaçmayın. Kalbinizi sanatın ritmine bırakın. Çünkü gerçek sanat, ruhumuzun uzun zamandır unuttuğu o kadim şarkıyı bize yeniden hatırlatır. Ve unutmayın, ruhunuzun bu şarkıyı dinlemeye her zaman ihtiyacı var.
15 Nisan 2025
Sizlere bugün bir kitap tavsiyesiyle geldim: Yalın Alpay’ın Öteki ve Ben adlı eseri.
Bazı kitaplar vardır, okuduğunuzda kendinizi bir aynanın karşısında bulursunuz; bazıları ise o aynayı kırar, parçalarını elinize tutuşturur ve “Hadi bakalım, kendini yeniden tanımla” der. İşte Yalın Alpay’ın Öteki ve Ben adlı kitabı, tam da bu ikinci türden. Hem sizi size anlatıyor hem de size yabancı olan her şeyi, aslında ne kadar tanıdık olduğunu fark ettiriyor.
Önce şu soruyu bir kenara yazalım: Öteki kimdir? Çocukken oyunlara dahil etmediğimiz komşu çocuğu mu? Fikirlerini beğenmediğimiz ama inatla tartıştığımız meslektaş mı? Yoksa “bizden olmayan” herkes mi? Kitap, “öteki” kavramını sorgularken aslında hepimizin içinde saklanan o küçük ötekileştiriciyi de gözler önüne seriyor. Daha kitabın başında şu cümleyle tokat yemiş gibi hissettim:
“Öteki, ben olmadan yaşayabilir; ama ben, öteki olmadan kendimi tanıyamam.”
Yalın Alpay’ın yaklaşımı, farklılıkların çatışma nedeni değil, zenginleşme fırsatı olduğuna dair bize umut dolu bir pencere açıyor. Alpay, ötekileştirmenin insanlık tarihi kadar eski olduğunu anlatırken, sanki kulağımıza eğilip şöyle diyor: “Merak etme, yalnız değilsin. Ama bu yalnızlık, kendi ellerinle yarattığın bir şey.” Çünkü biz, farklılıklarla karşılaştığımızda kabuğumuza çekilmeyi seçen bir türüz. Tanımaktan korkarız, anlamaya üşeniriz. Oysa biraz emek, biraz cesaretle “biz” ve “onlar” ayrımını dönüştürmek mümkün.
Kitap boyunca sık sık düşündüm: Neden hep bir “biz” yaratma çabasındayız? Neden kendimizi, bir başkasının dışlanması pahasına tanımlıyoruz? Alpay’ın bu sorulara verdiği yanıtlar, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de önemli. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal kutuplaşmayı anlamak için de kitabın sunduğu ipuçları çok değerli. Hepimizin yakından hissettiği o “biz” ve “onlar” ayrışması, ötekileştirme ya da birbirimizi anlamakta zorlanma durumları…
Bir ara kendi kendime sordum: Biz gerçekten birbirimizi anlamaya mı çalışıyoruz, yoksa hep bir savaş kazanmaya mı odaklanıyoruz? Kitap, bu soruya yanıt bulmak için empati kurmanın, ötekiyle yüzleşmenin ve en önemlisi, dinlemenin gerekliliğini öyle güzel anlatıyor ki…
“Ben kimim?” sorusu, “Öteki kim?” sorusuyla yan yana durmadıkça cevabını bulamaz. Belki de hepimiz bu soruları birlikte sormayı öğrenmeliyiz. Eğer farklılıkları zenginlik olarak görebileceğiniz bir pencereden bakmak isterseniz, Öteki ve Ben tam da aradığınız kitap. Emin olun, son sayfayı çevirdiğinizde, hem kendinizi hem de çevrenizi daha farklı göreceksiniz.
Hadi, biraz cesaret! Farklılıkların rengârenk paletine bir fırça darbesi de siz vurun. Kim bilir, belki de öteki dediğiniz, tam da sizsiniz.
10 Nisan 2025
Zor zamanlar insan ruhunu sınar ve ona yeni yollar aratır. Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı doğal afetler, toplumsal krizler ve ekonomik dalgalanmalar hepimizi derinden etkiledi. Bu süreçte sanat, pek çoğumuz için bir sığınak oldu. Kitapların sayfalarında kaybolmak, bir tiyatro oyununda hayata başka bir açıdan bakmak ya da bir filmde duygularımızı yeniden yaşamak… Sanat, acılarımızı taşımamız ve iyileşmemiz için eşsiz bir araç.
Edebiyat, belki de bu iyileştirici gücün en eski taşıyıcısıdır. Zor zamanlarda bir kitabın içine dalmak, bizi hem kendi gerçekliğimizden uzaklaştırır hem de hissettiklerimizi anlamlandırmamıza yardımcı olur. Orhan Kemal’in hikâyelerinde mücadele ruhunu, Sabahattin Ali’nin satırlarında insanın kırılganlığını ya da Zülfü Livaneli’nin romanlarında dayanışmanın gücünü bulmak mümkün. Kitaplar, kelimelerle kurulmuş bir terapi odası gibidir; hem yalnız olmadığımızı hissettirir hem de içimize ışık tutar.
Tiyatro ise izleyiciyi büyülü bir dünyanın içine çeker. Sahnede canlanan bir hikâye, hem bireysel hem de toplumsal bir yüzleşme fırsatı sunar. Yakın zamanda sahnelenen birçok oyun, toplumsal travmalarımıza ayna tuttu. Örneğin, göç, kayıp ve dayanışma gibi temaları işleyen oyunlar, seyircilerde yalnız olmadıkları hissini uyandırdı. Tiyatro, izleyici ve oyuncu arasında kurduğu o görünmez bağla hem bir arınma hem de bir farkındalık alanı yaratır.
Sinema ise çoğumuz için kolayca ulaşılabilir bir kaçış alanıdır. Deprem gibi derin travmaların ardından izlenen bir film, acıyı paylaşmanın ve duygularımızı anlamlandırmanın yolu olabilir. Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri gibi derinlikli yapımlar, bireysel duygularla toplumsal meseleleri harmanlayarak iç dünyamıza ışık tutar. Aynı şekilde, dünya sinemasında umut temalı yapımlar izleyiciye teselli sunar. Bir filmdeki sahne, bir replik ya da bir görüntü, bize bazen uzun konuşmaların anlatamadığını anlatır.
Sanatın iyileştirici gücü, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir dayanışma yaratır. Bir kitap kulübünde toplanmak, bir tiyatro oyununda hep birlikte duygulanmak ya da bir sinema salonunda aynı sahnede gülmek ve ağlamak… Bu anlar, bizi yalnızlığımızdan kurtarır ve bir arada olduğumuzu hissettirir.
Türkiye’nin kültürel zenginliği, bu süreçte bizim en büyük gücümüz. Halk hikâyelerimiz, geleneksel tiyatromuz ve sinemamız, acılarımızı anlamlandırmamıza ve iyileşmemize yardımcı olacak pek çok araç sunuyor. Önemli olan, sanatın bu iyileştirici gücüne sarılmak ve bu gücü paylaşmak. Çünkü sanat, hem bireysel hem de toplumsal yaralarımızı onarmak için elimizdeki en güçlü araçlardan biri.
Zor günlerde belki de en çok buna ihtiyacımız var: bir hikâyeye, bir sahneye ya da bir filme tutunmaya. Sanat, bize umudu hatırlatır. Ve umut, iyileşmenin ilk adımıdır.