15 Nisan 2025
Sizlere bugün bir kitap tavsiyesiyle geldim: Yalın Alpay’ın Öteki ve Ben adlı eseri.
Bazı kitaplar vardır, okuduğunuzda kendinizi bir aynanın karşısında bulursunuz; bazıları ise o aynayı kırar, parçalarını elinize tutuşturur ve “Hadi bakalım, kendini yeniden tanımla” der. İşte Yalın Alpay’ın Öteki ve Ben adlı kitabı, tam da bu ikinci türden. Hem sizi size anlatıyor hem de size yabancı olan her şeyi, aslında ne kadar tanıdık olduğunu fark ettiriyor.
Önce şu soruyu bir kenara yazalım: Öteki kimdir? Çocukken oyunlara dahil etmediğimiz komşu çocuğu mu? Fikirlerini beğenmediğimiz ama inatla tartıştığımız meslektaş mı? Yoksa “bizden olmayan” herkes mi? Kitap, “öteki” kavramını sorgularken aslında hepimizin içinde saklanan o küçük ötekileştiriciyi de gözler önüne seriyor. Daha kitabın başında şu cümleyle tokat yemiş gibi hissettim:
“Öteki, ben olmadan yaşayabilir; ama ben, öteki olmadan kendimi tanıyamam.”
Yalın Alpay’ın yaklaşımı, farklılıkların çatışma nedeni değil, zenginleşme fırsatı olduğuna dair bize umut dolu bir pencere açıyor. Alpay, ötekileştirmenin insanlık tarihi kadar eski olduğunu anlatırken, sanki kulağımıza eğilip şöyle diyor: “Merak etme, yalnız değilsin. Ama bu yalnızlık, kendi ellerinle yarattığın bir şey.” Çünkü biz, farklılıklarla karşılaştığımızda kabuğumuza çekilmeyi seçen bir türüz. Tanımaktan korkarız, anlamaya üşeniriz. Oysa biraz emek, biraz cesaretle “biz” ve “onlar” ayrımını dönüştürmek mümkün.
Kitap boyunca sık sık düşündüm: Neden hep bir “biz” yaratma çabasındayız? Neden kendimizi, bir başkasının dışlanması pahasına tanımlıyoruz? Alpay’ın bu sorulara verdiği yanıtlar, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de önemli. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal kutuplaşmayı anlamak için de kitabın sunduğu ipuçları çok değerli. Hepimizin yakından hissettiği o “biz” ve “onlar” ayrışması, ötekileştirme ya da birbirimizi anlamakta zorlanma durumları…
Bir ara kendi kendime sordum: Biz gerçekten birbirimizi anlamaya mı çalışıyoruz, yoksa hep bir savaş kazanmaya mı odaklanıyoruz? Kitap, bu soruya yanıt bulmak için empati kurmanın, ötekiyle yüzleşmenin ve en önemlisi, dinlemenin gerekliliğini öyle güzel anlatıyor ki…
“Ben kimim?” sorusu, “Öteki kim?” sorusuyla yan yana durmadıkça cevabını bulamaz. Belki de hepimiz bu soruları birlikte sormayı öğrenmeliyiz. Eğer farklılıkları zenginlik olarak görebileceğiniz bir pencereden bakmak isterseniz, Öteki ve Ben tam da aradığınız kitap. Emin olun, son sayfayı çevirdiğinizde, hem kendinizi hem de çevrenizi daha farklı göreceksiniz.
Hadi, biraz cesaret! Farklılıkların rengârenk paletine bir fırça darbesi de siz vurun. Kim bilir, belki de öteki dediğiniz, tam da sizsiniz.
10 Nisan 2025
Zor zamanlar insan ruhunu sınar ve ona yeni yollar aratır. Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı doğal afetler, toplumsal krizler ve ekonomik dalgalanmalar hepimizi derinden etkiledi. Bu süreçte sanat, pek çoğumuz için bir sığınak oldu. Kitapların sayfalarında kaybolmak, bir tiyatro oyununda hayata başka bir açıdan bakmak ya da bir filmde duygularımızı yeniden yaşamak… Sanat, acılarımızı taşımamız ve iyileşmemiz için eşsiz bir araç.
Edebiyat, belki de bu iyileştirici gücün en eski taşıyıcısıdır. Zor zamanlarda bir kitabın içine dalmak, bizi hem kendi gerçekliğimizden uzaklaştırır hem de hissettiklerimizi anlamlandırmamıza yardımcı olur. Orhan Kemal’in hikâyelerinde mücadele ruhunu, Sabahattin Ali’nin satırlarında insanın kırılganlığını ya da Zülfü Livaneli’nin romanlarında dayanışmanın gücünü bulmak mümkün. Kitaplar, kelimelerle kurulmuş bir terapi odası gibidir; hem yalnız olmadığımızı hissettirir hem de içimize ışık tutar.
Tiyatro ise izleyiciyi büyülü bir dünyanın içine çeker. Sahnede canlanan bir hikâye, hem bireysel hem de toplumsal bir yüzleşme fırsatı sunar. Yakın zamanda sahnelenen birçok oyun, toplumsal travmalarımıza ayna tuttu. Örneğin, göç, kayıp ve dayanışma gibi temaları işleyen oyunlar, seyircilerde yalnız olmadıkları hissini uyandırdı. Tiyatro, izleyici ve oyuncu arasında kurduğu o görünmez bağla hem bir arınma hem de bir farkındalık alanı yaratır.
Sinema ise çoğumuz için kolayca ulaşılabilir bir kaçış alanıdır. Deprem gibi derin travmaların ardından izlenen bir film, acıyı paylaşmanın ve duygularımızı anlamlandırmanın yolu olabilir. Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri gibi derinlikli yapımlar, bireysel duygularla toplumsal meseleleri harmanlayarak iç dünyamıza ışık tutar. Aynı şekilde, dünya sinemasında umut temalı yapımlar izleyiciye teselli sunar. Bir filmdeki sahne, bir replik ya da bir görüntü, bize bazen uzun konuşmaların anlatamadığını anlatır.
Sanatın iyileştirici gücü, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir dayanışma yaratır. Bir kitap kulübünde toplanmak, bir tiyatro oyununda hep birlikte duygulanmak ya da bir sinema salonunda aynı sahnede gülmek ve ağlamak… Bu anlar, bizi yalnızlığımızdan kurtarır ve bir arada olduğumuzu hissettirir.
Türkiye’nin kültürel zenginliği, bu süreçte bizim en büyük gücümüz. Halk hikâyelerimiz, geleneksel tiyatromuz ve sinemamız, acılarımızı anlamlandırmamıza ve iyileşmemize yardımcı olacak pek çok araç sunuyor. Önemli olan, sanatın bu iyileştirici gücüne sarılmak ve bu gücü paylaşmak. Çünkü sanat, hem bireysel hem de toplumsal yaralarımızı onarmak için elimizdeki en güçlü araçlardan biri.
Zor günlerde belki de en çok buna ihtiyacımız var: bir hikâyeye, bir sahneye ya da bir filme tutunmaya. Sanat, bize umudu hatırlatır. Ve umut, iyileşmenin ilk adımıdır.