Sabah uyanır uyanmaz ekrana bakıyoruz. Bu artık düşünerek yaptığımız bir hareket değil; yalnızca modern dünyanın bize öğrettiği bir refleks. Ekran açılıyor ve karşımıza düzgün, parlak, düzenli hayatlar çıkıyor. Kahveler, pozlar, başarılar, gülüşler… Hepsi olması gerektiği gibi.
Gerçek mi? Bir kısmı elbette gerçek.
Ama hakikati temsil etmiyorlar.
Ben buna “mutluluk pornosu” diyorum. Çünkü burada gösterilen mutluluk, insanın yaşadığı hayatın içinden değil; hayatın dışına alınmış, parlatılmış bir görüntüden ibaret. Gerçeğin ağırlığı, çelişkisi, sıkıntısı yok. Geriye sadece tüketilen bir duygu kalıyor.
Bu görüntülerin çoğalmasıyla birlikte gizli bir baskı ortaya çıkıyor: Her zaman iyi görünme zorunluluğu.
Kimse mutsuz olduğunu göstermek istemiyor. Çünkü mutsuzluk, sanki kişisel bir eksiklikmiş gibi algılanıyor. Oysa mutsuzluk, insan olmanın doğal hâli kadar basittir.
Sosyal medya, başkalarının en parlak anlarını bize gerçeğin tamamıymış gibi sunuyor. Biz de kendi hayatımızdaki pürüzleri gördükçe şaşırıyoruz. Çünkü ekranda hiçbir pürüz yok. Sanki dünya, yalnızca düzenli ve neşeli anlardan oluşan bir yer.
Camus der ki: “İnsan hayatı açısından en büyük yanılgı, dünyanın anlamlı olması gerektiğini sanmaktır.”
Belki de mutsuzluğa yüklediğimiz ağırlık buradan geliyor. Oysa hayatın belirsizliği, keyifsizliği, iniş çıkışları doğaldır. Hayat bazen sadece katlanılacak bir şeydir — bu kötü değildir, insani olandır.
Mutluluk pornosu bize şu yanlışı öğretiyor:
Sanki herkes mutlu olmak zorunda.
Sanki hüzün bir hata.
Sanki sıkılmak, yorulmak, durmak ayıp.
Gerçekte ise insan, ancak kendi karanlığıyla yüzleştiğinde biraz özgürleşebilir.
Mutluluk, sürekli bir coşku değil; hayatı olduğu gibi kabul etme gücüdür. Ne fazla sevinç ne fazla acı… Yalnızca gerçeklik.
“Bugün iyi değilim” diyebilmek bir zayıflık değil, bir açıklıktır. Çünkü insan kendine karşı dürüst olduğunda kendi varoluşuna yaklaşır. Mutluluk pornosu ise bu dürüstlüğü engeller. Her duyguyu bir vitrin malzemesine çevirir.
Hayat kusursuz değildir ve olmamalıdır.
Pürüzler, sessizlikler, kayıplar… Hepsi bütüne aittir.
İnsanı olgunlaştıran da bunlardır.
Belki de yapmamız gereken şey, vitrindeki parlaklığa değil, kendi hayatımızın sade gerçekliğine bakmak. Çünkü vitrindeki poz geçicidir. Ama insanın kendiyle kurduğu ilişki, ne mutlu ne mutsuz — fakat gerçektir.
Ve gerçek, çoğu zaman parıltıdan daha değerlidir