Türkiye siyasetinde son haftalarda en çok konuşulan kavramlardan biri “umut hakkı.”
Tartışma Abdullah Öcalan üzerinden yürüyor ama özünde bu mesele, Abdullah Öcalan’a umut hakkı üzerinden yürütülen bir hukuki mesele olmaktan çok daha ötesi.
Umut hakkının, Türkiye’nin 40 yılı aşkın süredir çözemediği en büyük sorun olan Kürt meselesinin geleceğiyle doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum.
Yıllardır Kürt meselesi “terör” kelimesiyle anıldı. Bu ifade, yaşananların toplumsal boyutunu örttü. Terör diye zihinlere kazılan mesele aslında Kürtlerin kültür, kimlik ve eşit yurttaşlık taleplerine dayanıyordu.
Eğer kavramları doğru kullanabilseydik, yani bu olguyu “terör” değil “Kürt isyanı” olarak adlandırabilseydik, toplumun meseleye bakışı çok farklı olabilirdi. Kavramların doğru kullanılmaması, hem sorunu anlamamızı hem de çözüm yolunu tıkadı. Bir kelimenin ya da bir kavramın anlamı, bir ülkenin kaderini belirler desek yeridir.
Bir meseleyi doğru kelimelerle tanımlamadan ne geçmişi anlamak ne de geleceği planlamak mümkün değildir.
Türk Devleti’nin bin yıllık tarihinde isyanlara yaklaşımı farklı olmuştur. Çetecilerle ve komitacılarla mücadelesi bir şekilde yürütülmüş, ancak arkasında halk desteği bulunan isyanlara karşı daha farklı yöntemler uygulanmıştır.
Celali isyanlarından Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya, Şeyh Sait ve Dersim’e kadar birçok olayda devlet, isyanları bastırmak için çoğu zaman şiddet tekeline başvurmuş; buna rağmen bazı durumlarda halk desteği güçlü olan isyanların liderleriyle anlaşma yoluna gitmiştir.
Bu da gösteriyor ki Türk devlet geleneğinde isyanı bastırmak kadar, gerektiğinde dönüştürmek ve uzlaşmak da tarihsel bir yönetim refleksidir.
“Umut hakkı” tam da bu tarihsel refleksin bugüne yansımasıdır.
Umut hakkı, Türkiye’deki bu son Kürt isyanının sönümlenmesinde ve barışın kurulmasında iyi bir fırsat olabilir.
Bu nedenle umut hakkını sadece Öcalan üzerinden okumak ya da Öcalan’a özgü bir ayrıcalık veya af gibi görmek eksik bir yaklaşımdır.
Mesele, Öcalan’a bir hakkın tanınmasından öte toplumsal barışın yeniden kurulmasıdır.
Bugün konuşulan, bir affın ötesinde, bir sistemin kendini yenileme ihtiyacıdır.
Eğer meseleye geçmişte olduğu gibi güvenlik meselesi olarak bakılırsa, aynı döngü yeniden yaşanır.
Ancak devlet bu kez çözüm üretmeyi seçerse — ki öyle görünüyor — bu Türkiye’nin hem iç barışı hem de demokratikleşme süreci için yeni bir başlangıç olur.
“Umut hakkı”, bireye değil, devlete ait bir sorumluluktur.
Çünkü barış, bir lütuf değil, yönetme biçimidir.
Kürt meselesi, Türkiye’nin siyasal, ekonomik ve hukuki yapısının merkezinde duruyor.
Bu sorunu çözmeden tam bir demokrasiye geçilemez.
Bu mesele, kimin haklı olduğundan ziyade, nasıl kalıcı bir barışa ulaşılabileceğiyle ilgilidir.
40 yılı aşkın süredir devam eden bu sorunun sadece bir terör veya güvenlik meselesi olmadığını kabul etmemiz gerekiyor.
Artık çözüm, akıl ve cesaretle mümkündür.
Eğer bu mesele doğru temelde ele alınırsa, Türk devlet geleneği bir kez daha büyük bir isyanı — Kürt isyanını — umut hakkı üzerinden doğru bir zeminde barışla sonuçlandırabilir.